vendredi 2 décembre 2011

Maratonun Terapötik Etkisi

Pain is temporary

Proud is forever”


Bilenler biliyor, bazılarınız yeni öğreniyor. 28 yaşındayım. Yaklaşık 2 yıldır amatör olarak koşuyorum. Üniversite yıllarında spor salonlarında, kapalı havuzlarda vakit geçirirken koşunun bir gün hayatımda bu kadar büyük bir yer kaplayabileceğini asla düşünmezdim. Meğer denemeden bilemezmişim; öğrenerek büyümek böyle bir şeymiş. İki yıl önce küçük mesafelerde büyük eforlar harcayarak koşmaya başladım. Başlarda ilk on beş dakika yetiyordu pes etmeye, sonra mucizevi bir şekilde kendimi şaşırtmaya başladım. Mükemmel performanslar sergilediğim için değil, sadece kendimi çok hafife almış olduğumu fark ettiğim için şaşırıyordum. Yavaş yavaş süreler ve mesafeler uzadı, kendime olan güvenim arttı ve ilk ciddi yarış deneyimim olan Gazi Koşusu'nun 10 km'sini sorunsuz bitirdiğimde kendimi çok büyük bir iş başarmış gibi hissediyordum. Oysa ki aslında başardığım şey birçok amatör koşucu için bir hiçti, ama benim o güne kadarki en uzun mesafemdi. O yarışta kendimle ve insan beyniyle ilgili öğrendiklerimi birçoğunuza şu cümlelerle anlatmaya çalıştığımı hatırlıyorum: “Bir adım daha fazla atamayacağını zannettiğin bir noktada, aslında bir o kadar daha koşabilecek kadar enerjin olduğunun farkına varıyorsun.” Bunu keşfetmek benim için bu sporun bana verdiği en güzel hediyelerden biriydi. Ama bu kadarla bitmedi...


2010 yılının Eylül ayında Ste Pulchérie'deki Fransız müdürümüz, okulda spor yaptığını bildiği birkaç öğretmene bir koşu kulübü kurmayı teklif etti. O sıralarda amaç yalnızca birlikte birkaç antrenman yapmak, yıl içinde düzenlenen orta ve uzun mesafeli koşularda birlikte yarışmak, birlikte eğlenmek ve spor yapmaktı. Teklif çok güzeldi ancak benim yüksek lisansa başladığım sene olduğu için bu oluşumun içinde yer almaya karar vermek oldukça zordu. Sonuçta spor aynı zamanda disiplin demekti ve keyfime göre davranma gibi bir lüksüm olmayacaktı. Ama tabii ki de içim kıpır kıpırdı ve biraz da cesaretlendirilmeyle kendimi koşu kulübünün içinde buldum. 2010-2011 yılı Gazi Koşusu'nun, Avrasya Maratonu'nun, Runtalya Maratonu'nun 10 ve 15km'lik mesafeleriyle, çok yoğun olmayan bir antrenman programıyla, bol bol “koş”turmaca, eğlence ve de mini minnacık zafer coşkularıyla geçti. Haziran ayında yılın kapanışı ise artık işlerin ciddiye bindiğinin bir işaretiydi benim için. Kulüp, 9 Ekim'de koşulacak “20km Paris” koşusuna katılmaya karar verdi ve tabii ki ben de. Hayatımın ilk 20km koşusunu koşacak olmak beni ne kadar korkutuyorsa, Paris'de koşacak olmak da o kadar heyecanlandırıyordu. Biletler alındı, artık geri dönüş yoktu. Sonra yaz geldi, koşuya üç ay kala ciddi hazırlık yapmaya başlamak gerekiyordu, haftada en az üç antrenman. Defne yaza sıkı başladı, iki günde bir koşuyor, her gün yüzüyordu ama önemli bir detayı unutmuştu; yıllar önce başlamış olan dizdeki doku zedelenmesi nüksetmiş, “beni fazla zorlamaya gelmez, dikkat et” sinyalleri göndermeye başlamıştı. Böyle zamanlarda vücudu dinlemek gerekliydi. Antrenmanlar durdu, koşuya ara verildi, doktorlara gidildi, MR'lar çekildi ve sonuç: Doktor “spor yapmaya devam et, koşmanda bir sakınca yok, hatta mümkünse kilo alma” dedi. Paris yarışına sadece üç hafta kalmıştı. Bu arada işler güçler yoğunlaşmış üzerime gelmekteydi ve olması gerektiğinden çok daha az sayıda antrenmanla az da olsa kendimi koşu heyecanına tekrar sokmayı başarmıştım.


Bu arada size aktarmam gereken çok güzel bir gelişme daha oldu. Koşmaya başladığımdan beri, “yardım için koşu” projelerinden birine destek olmak istiyordum ancak koşu kulübümüzle bunu nasıl hayata geçireceğimizi bulmak için biraz zamana ihtiyacımız vardı. Her şeyin bir yeri ve zamanı vardır denir ya, işte o zaman da yarıştan bir önceki hafta gelmişti.


Türkiye MS (Multipl Skleroz) Derneği


Haziran ayında fikir yine müdürümüzden çıktı; Fransa'da bir yakınının MS hastalığı teşhisi aldıktan sonra kurmuş olduğu bir koşu/bağış grubu ile buradaki MS derneğini buluşturmak. Türkiye'de düzenlenen büyük koşularda oradan gelen koşucularla buradakileri buluşturmak, buradaki koşucuların da Fransa'daki yarışlara katılmalarını sağlamak ve birlikte toplanacak bağışlarla Türk ve Fransız MS derneklerine katkıda bulunmak. Belki yardımın maddi boyutu çok da tatmin edici olmayacaktı ama “birliktelikten doğan kuvvet” fikri hepimizi heyecanlandırmıştı. Koşu kulübü kabul etti. İlk etap Türkiye MS Derneği ile bu isteğimizi paylaşmaktı. Randevu alındı, MS Derneği'nin yönetim kurulu toplantısında fikirler paylaşıldı. Bizi çok güzel karşıladılar, projemizden çok memnun oldular ve seve seve her türlü ortaklığa açık olduklarını belirttiler. İki dernek arasında kurulacak olan köprünün temelleri erkenden atılmış olsun diye, Paris koşusuna katılacak Fransız koşucular için bize MS Derneği rozetleri hediye ettiler. O gün, o toplantıdan çıkarken, ne kadar korkarak da olsa, bu 20km'yi bitirebileceğimi hissediyordum. Artık ortada çok daha insani bir amaç vardı...


Ve Paris

Bu hafta sonu Paris'de dört güzel gün geçirdim. Paris'i turistik telaşlar ve kaygılar olmadan yaşamanın tadı farklıymış, bu şehri bir kez daha sevdim. Ama şimdi bundan daha önemlisi, 20km koşusuna geliyorum.


Koşu çok acayip bir aktivite. Uzun koşu ise daha da acayip. Daha doğrusu acayip olan biziz ve bu mucize beynimiz.


Dün, 20km'lik yolculuk bolca stres, biraz korku, oldukça kalabalık, güzel müzik ve alabildiğine renk ile başladı. Koşuya katılan yaklaşık 20.000 sporcunun hiçbiri öylesine bir amaçla gelmişe benzemiyordu, herkes hırslı, herkes azimliydi, ve herkes antrenmanlı!! Benimse kafamda tek bir hedef vardı, gerekirse sonuncu olurum, ama yarışı bitirmeliyim. O yüzden kendi ritmimi hiç bozmadan, sakin ve temkinli başladım koşmaya. Bu tarz uluslararası koşuların en güzel yanı, etrafta animasyonların ve seyircilerin hiç eksik olmaması, bir de şehrin kendi güzelliği var tabii. İlk kilometreler kolayca akıp gitti. Bir yıl önceki ilk 10km koşumda bitiş çizgisinde neredeyse son nefesini verecek olan ben, Paris'in ilk 10km'si bittiğinde sanki koşuya yeni başlamış gibiydim. Her müzik grubunun yanından şarkı söyleyerek geçiyor, her alkış tutan gruba el sallıyordum. Seyircilerin teşvik ediciliğini ve koşucuların birbirlerine ne kadar saygılı davrandıklarını görmek çok güzeldi. Kendi ülkem adına üzüldüm, maraton koşucularına taş atan veya küfür eden insanların, koşu sırasında ayağı takıldığında özür bile dilemeyen sporcuların ülkesi olduğumuz için biraz utandım. Ve önümde Eiffel Kulesi, yanımda Seine Nehri, sağımda solumda Louvre Müzesi, Arc de Triomphe varken bu kadar anlamlı bir koşuda koşabiliyor olduğum için kendimi çok şanslı hissettim. Derken yarışın son dörtte birinde artık yorgunluk hissetmeye başladım. Ancak bitiremeyecek olma fikri bir an bile aklımdan geçmedi, sadece biraz kendimi cesaretlendirmeye ihtiyacım vardı. Ve o anda, şu meşhur film şeridi geldi gözümün önüne. Kendi hayatım değil ama, hayatımdaki tüm sevdiklerim geldi birer birer aklıma, yani siz, hepiniz. Niye bilmiyorum, açıklama yapamıyorum. Film şeridi ölüme yakınken olur derler, bense ölümün tam tersi tarafında, yaşamın tam ortasındaydım! Çok güzel bir andı. Hepinizi yanımda hissettim, sadece kendim için değil, sizin için de koşuyormuşum gibi hissettim. Bir de tabii “koşamayanlar” için, MS derneği için, engelliler ve engel tanımayanlar için... Annem için, babam için, abim için... Bana böyle bir şans hediye ettikleri için takım arkadaşlarımı düşündüm, içimden onlara teşekkür ettim ve binlerce kez sağlığıma şükrettim.


Yarışın son iki kilometresi gerçekten zordu. Dizlerim artık kırmızı alarm vererek beni uyarıyordu, yarışı bitiremeyeceğim diye o kadar korktum ki, oldukça dikkatli hareket etmeye, yokuşlarda yavaşlamaya ve son metrelerde hızlanmamaya gayret ettim. Ve sonunda varış noktası mutluluğun da doruk noktasıydı. Rahat bir nefes ve bitirmiş olmanın dayanılmaz hafifliği... Meğer o kadar istikrarlı koşmuşum ki, kolumda süratimi gösteren bir saat olmadığı halde bugün açıklanan resmi sonuçlara göre yarışın her 5km'sini tamı tamına aynı sürelerde koşarak toplamda 2 saat 2 dakika ile yarışı tamamlamışım.

Merak edenler için sıralamalarım şöyle:

Genel sıralamada 15431 / 20811

Yaş kategorisinde 1422 / 2774


Gördüğünüz gibi benimkiler mükemmel dereceler değil, ama aslında çok fena da değil. Çünkü ben hayatımın her alanında kendi kendimle yarışıp kendi kendimin şampiyonu olmayı seviyorum.


Ve bu benim için bir ilk ve kendimle bunun için gurur duyuyorum...


FINISH


Yarışın bitiş heyecanından sonra sıra Fransız MS koşucularıyla buluşma heyecanındaydı. Buluşma noktasına gittim, takım arkadaşlarımı görmek için sabırsızlanıyordum. Sonra da yavaş yavaş sporcular geldi. Fransız MS koşucu grubunun kurucusunun, geçirdiği ağır MS atakları, tekerlekli sandalye deneyimleri ve ilerlemiş yaşına rağmen, yarışı 2 saat 18 dakikada bitirip aramıza katılmış olduğunu görmek bence günün en can alıcı anıydı. Birlikte yarışın kritiği yapıldı, şampanyalar içildi ve Mart ayındaki Runtalya koşusu için sözleşildi. Şimdi sıra İstanbul-Paris köprüsünün ayaklarını kurmaya geldi...


İşte bir spor aktivitesi benim hayatıma böyle girdi, bu geçirdiğim dört gün kalbime böyle kazındı. Sizlerle bunu paylaşmak benim için çok önemliydi çünkü içinde siz de vardınız,


ve iyi ki hayatımda varsınız...


Meğer maraton aslında ne kadar da duygusal bir aktiviteymiş!!....”

10.10.2011

İstanbul

lundi 28 novembre 2011

Alış-veriş ve hesap cüzdanları...


İnsanların evlerinin sayısı, arabalarının markası ve hesap cüzdanlarının kabarıklığıyla 'var' olabildiği; küçük gardropların yerini alan giyinme odalarında, zenginliğin raflardaki topuklu ayakkabı ve marka kravatların sayısına bakılarak ölçüldüğü; iş yerlerinin hem yarış, hem de yaşam alanına, paranınsa yaşam amacına dönüştüğü bir dünyada; gezip görüp anlamaya çalışıp keşfederken, dünyanın bizim etrafımızda dönenlerden ve 'alışverişten' ibaret olmadığını fark ederken, farklılıklara saygı gösterip onlara rağmen paylaşmayı becerebilirken, çölde kum tanesi olmanın ne demek olduğunu bize öğreten yeni bakış açıları keşfederek büyümekten elde ettiğimiz tüm zenginlikleri hangi hesap cüzdanına kaydettireceğiz?

mercredi 30 mars 2011

"While singing in itself is good, the real reward comes to those who sing, and feel, and think with others. This is what harmony means..." Z. Kodaly

dimanche 17 octobre 2010

Psikopatolojik Facianın Ucundan Dönmek!!...

Bundan yalnızca birkaç hafta önce yüksek lisans eğitimime başladığımdan beri, çok ilginç bulduğum bir bilgi denizinde yüzüyorum. Bu kez akvaryumun dışından izlemiyorum da balıkları, denizin içinde inceliyor, anlamaya çalışıyorum. Şimdilik uçsuz bucaksız gözüküyor bana, sonu olmaz zaten bilginin, olmuyordur herhalde..Ama gidebileceğimiz yerlerin bir sınırı vardır, bütün okyanusu bir anda keşfedivermek olmaz...


Başlıkta bahsedilen facia ise, benim bu denizi keşfederken kendime dair keşfettiklerimle ilgili. Nasıl olur da insan, bir fikrin "hastalıklı" olduğunu bilir de, onu içinde "bilerek ve isteyerek" büyütmeye devam edebilir. Üzerinde düşünmeyi reddeder, onun zararlı olduğu fikrini zihninden uzaklaştırır ve her şey gayet normalmiş gibi kendini kandırır. İnsan, savunma mekanizmaları tarafının nasıl işlediğini fark edince, bu güç karşısında dehşete kapılabiliyor.


"Je suis trop forte!!" - "Çok güçlüyüm!!"


İşte lisans eğitimim boyunca öğrendiklerimin hepsini önce kendimde görmek istercesine zihnimle uğraşmam; şimdiyse, çok daha derinlerde kendimi arıyor olmamın sonucu: psikopatolojik bir facia gerçeğiyle karşı karşıyayım.

Ve şu anda asıl üzüldüğüm, orada olduğunu bildiğim şeyi oradan kolaylıkla uzaklaştıramayacak olduğumun da farkında olmak.


Evet, çok üstü kapalı her şey...Ama ne yapalım, denizin içi yukarıdan bakınca karanlık görünür, içine girmezseniz sakladığı güzellikleri ve barındırdığı tehlikeleri hiçbir zaman göremezsiniz.

Peki ne yapmalıyım ben bu hastalıklı fikrimi? Nerelere koymalı, nasıl atmalı, nasıl satmalıyım? Belki de en iyisi, onu bana hediye edene geri vermek..

O güne kadar, sanırsam denizimde bir yerlerde, oradan çıkacağı günü bekleyecek.......


"Cette mélodie is a melody for you!!"

vendredi 8 octobre 2010

"BOŞ durma KOŞ!!"

Hayatımda boş durmayı hiç sevmedim. Hayır, sürekli yararlı faaliyetlerde bulunduğumu, zamanımı hiç boş geçirmediğimi de söyleyemeyeceğim. Ama hayatımın en yoğun dönemlerinin, kendimi en iyi hissettiğim dönemler olduğunu, üstelik de el attığım alanlarda en başarılı olduğum dönemler olduğunu belirtebilirim. Bu beni hem şaşırtmış, hem de boş durma-ma konusunda motive etmiştir her zaman.

İşte bu koşu macerası da buradan çıktı. Beni bilenler bilir, spor yapmayı her zaman sevmişimdir ve epeyce uzunca bir süredir sporu düzenli olarak hayatıma sokmayı başarabildiğim için kendimi şanslı hissetmekteyim. Velakin benim spor anlayışımda yüzme, bisiklet gibi faaliyetler oldukça yer kaplarken, beni "zorladığını" düşündüğüm koşuya pek yer yoktu. Taa ki bunun doğayla iç içe, açık havada yapılabilen en keyifli sporlardan biri olduğunu fark edene kadar. Üstelik bunu söylerken hatırlatmam gerekir ki, koşma esnasında vücudumun en zorlandığı sıralarda, "bir daha bu kadar uzun koşmayacağım, niye kendimi yoruyorum bu kadar?" şeklindeki yorumlarla kendisiyle kavga eden bir insanım ben. Ancak istisnasız bir şekilde, hedeflediğim mesafeyi koşabildikten sonra fiziksel ve ruhsal olarak yaşadığım haz, bana yeniden başlama gücünü veriyor her seferinde.

Koşarken fark ediyorsunuz ki, gücünüzün tükendiğini ve artık bir adım daha atamayacağınızı düşündüğünüz bir anda, aslında atacak daha çooook adımınız ve bunu yapacak çoook enerjiniz varmış. İşte bu insanın kendi sınırlarının ötesine geçmesiyle ilgili mükemmel bir buluş benim için. İşte bu yüzdendir ki, henüz ben değil ama, dünya üzerinde binlerce, on binlerce sporcu, yılda birkaç kez 42km ile ölçülen maraton yarışmalarını bitirmeyi başarabiliyor. Bunun da ötesindekiler var ki, onlar akılların almayacağı mesafeleri, inanılmaz zaman dilimlerine sığdırarak insan vücudunun yapabilirliğinin sınırlarını deniyorlar. Aslında onlar bacaklarıyla koşmuyorlar, onlar beyinleriyle koşuyorlar..Aslında o kafatasımızın içerisinde özenle korumaya çalıştığımız bürümcüklü organımız, sandığımızdan çok daha fazlasını yapmaya hazır ve nazır, yalnızca bizim onunla azıcık çekişmemizi bekliyor.

İşte ben sporun beynimi harekete geçiren, beni başkalarıyla değil ama, kendimle yarıştıran bu özelliğini seviyorum. Hayatımda ilk kez bunca uzun süre koşmuşken bile, finish çizgisini geçerken beni gülümseten...

Defne

"BOŞ durma KOŞ"

lundi 14 juin 2010

Galata Kulesi ile Galata Koprusu'nun hikayesi



Galata Kulesi ozlemis olacak ki deniz havasini,
Galata Koprusu'nun yakinlarinda gezintiye cikmis,
kur yapmaktaydi koprunun balikcilarina..
Biraz da misil olsun diye koprunun umarsizligina,
Yan gozle de bakmaktaydi Kiz Kulesi semalarina...
p.m.

samedi 5 juin 2010

Öğreniyorum öyleyse varım!!

"Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun, bilse sorardı." demiş Sadi.

Dünyaya gelen her minik bebek, büyüyüp de aklı ermeye başlayınca etrafındakileri soru yağmuruna tutmaya başlar. Çünkü merak etmektir insanın doğasında olan..Öğrenmek, anlamak, anlam vermek..

Ben küçükken çok soru sorar mıydım bilmiyorum, büyürken aldığım eğitim süresince de soru sormayı teşvik eden çok fırsatım olmadı. Ancak, öğrenme açlığı olan bir insanın etrafına ve kendine sorular yağdırması ve bu soruların cevaplarını bulmak için sayfalar karıştırması, satırlar yutması çok da "öğrenilen" bir şey değil sanırım..

Benim öğrenme açlığım, bilme ve anlama açlığım, hiçbir işime yaramayacağını bildiğim halde anlamaya çalışma açlığım insanın doğasında olan merak etme olgusunun sonucu olarak kendi kendine ortaya çıktı. Çevremde bilim adamları olmadı hiç, bırakın bilim adamlarını hayata sorular soran, eleştirel bakış açısına sahip, "meraklı" adamlar da çok fazla olmadı etrafımda. Hatta öyle saygı duymuşum ki "bilen" insanlara, hayatımda ilk kez 20 yaşımda bir üniversite profesörüyle bire bir görüşme yapacağım diye ellerim titremişti heyecandan.

Bu öğrenme açlığımı kazanmamda çevremde olup bitenlerin veya bulunduğum ortamların, karşılaştığım insanların katkısını yadsıyamayacağım tabii ki de. Lisans eğitimim süresince aldığım akademik bilgi ve becerilerin yanında üniversitemin bana öğrettiği çok önemli şeylerden biri de araştırmayı sevmek oldu. Kimi zaman da çevremdeki insanların bilme aşkıyla kendimi merakın orta yerinde buldum.

Şimdi zannedeceksiniz ki karşınızda çok bilen, çok okumuş, çok gezmiş, çok görmüş bir insan var..Hayır bu değil benim anlatmak istediğim. Ben sadece "öğrenme ve anlama" isteğinin hayatındaki birçok şeyin önünde yer aldığı biriyim. Öğrenmenin sadece okuyarak olabileceğine de inanmıyorum. Öğrenmek görerek olmalı, deneyimleyerek olmalı, yaşayarak, hissederek olmalı. Tarih öğreniyorsa insan, o topraklarda adım atmalı, nefes almalı.. Ne yapayım ben makalelerine can vereyim derken eline bir deney tüpü almayı unutmuş bilim adamını veya hayatında hiç öğretmenlik deneyimi olmamış bir üniversite hocasının öğretmen yetiştirirken anlattıklarını..

Ama bu devirde öğrenmek de zor. Bilgi parayla, deneyim torpille, üniversitelerde kesenin ağzını en çok açanlara en güzel diplomalar dağıtılıyor. Bizim alandan ise hiç bahsetmeyelim, "uzmanlaştım" diyen her nesil, bir sonraki nesillere bilgi ve birikimlerini aktarmak için can atıyor. Tamamen duygusal tabii ki!!! Her ay maaşının yarısını eğitimlere harcamayan bir psikolog/psikolojik danışman için öğrenme aşkı kursaklarda kalıyor, eğitim duyuruları bilgisayarın dosyalarında "bir sonraki emire dek" tutsak ediliyor.

Her nasılsa, insan aslında o kadar dirençli ve güçlü yaratılmış ki, istemek başarmanın yarısı oluveriyor yine de. Yalnızca anlamak, anlamlandırmak isteyen için sınır ve engel yok. En azından olmadığı bir dünya hayal ediyoruz. Bizden sonra, bizimle aynı sıralarda dirsek çürüten nesile aktarabileceğimiz bundan daha güzel bir hediye düşünemiyorum.

Bu yüzden de ben işimi yaparken hem öğreniyorum, hem de öğrenmeyi öğretiyorum...

"Anlamaya, öğrenmeye en yakın olduğun zaman kalbin yerinden çıkacak gibi çarpıyorsa heyecandan, sen de ömür boyu öğrencilik adaylarından birisin hayatta ilerleyecek olan...Defne S."